Tuesday 8 February 2011

Özfarkındalık

Bir hilkat garibesiyim. Adımı bile kendim koymadım. Dışımda gelişen sebepler yüzünden; zaman, mekan ve ölüm boyutlarıyla tanımlayabildiğim, bilmediğim bir ortamda kendimi fark etmeye çalışıyorum. “Kendini fark etmek” eyleminin çok acı verici bir deneyim olduğunu biliyorum; çünkü, varlık bilinç düzeyinde fark edildiğinde, “ben ve diğerleri” şeklinde bir ayrım başlıyor. Bir köşede oturup, varlığımı fark etmeden, zamansız bir ortamda sonsuza kadar oturabilirdim. Dışımdaki sebepler yüzünden artık benim için zaman başladı; bir isim sahibi olmanın bedelini yalnızlıkla ödemek zorundayım. Aslına bakılırsa; bir tarz, bir kimlik ya da bir isim sahibi olmak için özel bir çaba harcamadım, bu yüzden; fırlatılıvermişlik duygusu hakim... Sanki ıssız bir adada, bir şişenin içine koyulduktan sonra okyanusa fırlatılmış, sahibinin çaresizliğine hizmet eden, kurtarılmaya muhtaç birinin kurtarılması için açılmayı bekleyen, hapsedilmiş bir mesaj gibiyim. Belki de o kadar kötülük doluyum ki, şişeye kapatılmış kötü cin gibi sırf benden kurtulmak için birileri tarafından hapsedildim.

Burada olmayabilirdim. Olmasaydım da olurdu; mutlak bir gerekliliğimin bulunduğunu sanmıyorum. Bu yüzden varlığımın bir anlam taşıdığı söylenemez. Burada olmayı istedim mi, hatırlamıyorum. Belki de benim seçimimdi. Kendimi somut, yani elle tutulup gözle görülen bir bütün olarak algılamaya başladığım şu andan itibaren, artık asla eskisi gibi olamayacağımı anlıyorum, çünkü; sadece varlığım bile karşılıklı etkileşim yolu ile değişimlere sebep oluyor. Bir bütünün kendisinin farkında olmayan bir parçasıyken, özgürlüğe kavuşmanın, başka bir deyişle bütünden ayrı olarak kendimi algılamanın cezasını ağır bir sorumlulukla ödeyeceğimi anladım. Hem kendime karşı, hem de algı alanıma giren diğerlerinin tümüne karşı, ister istemez yüklendiğim bu sorumluluktan, utanma duygusu ortaya çıkıyor. Çırılçıplak, içi dışı bir, saydam dedikleri bir yapıya sahip olmayı çok isterdim, ancak; varolduğum andan itibaren diğerleriyle kuracağım ilişkiden sorumlu tutulduğum için, kendimi koruma iç güdüsüyle, kendim bile fark etmeden koruma duvarları örmek zorunda kalıyorum. Buradaki zaman ve mekan diliminde uygulamak zorunda kaldığım bu strateji yüzünden, yıllar sonra belli davranış kalıplarının tutsağı haline gelebilirim. Otomatik olarak biçimlendirilen bir nesne olmak, üstelik bunun farkında olmak pek hoş değil doğrusu...

Madem ki buradayım, artık devam edip etmemek benim elimde değil; çünkü kendi benliğime, özüme, yaptığım işe kadar her şeye yabancılaştım. Dolayısı ile kendi seçimlerimi uygulama şansım azaldı, ama hiç yok değil. Seçimlerimin hangisi benim, hangisi dış etkenlerin etkisinde şeklindeki bir soruyu kendime sorduğumda işin içinden çıkamıyorum. Akvaryumdaki balıkları düşünün; ne zaman yem vermek için camı tıkladığınızda hepsi aynı yerde toplanıyorlar. Tıklama sesine şartlanmışlar, ama; hep aynı yerde toplandıkları için aslında balıklar da sizi tıklamaya şartlamış olmuyorlar mı? Neyse, bütün mesele hangi davranışın gerçekten bana ait olduğunu kestirebilme şansımın artık olmadığı... Dış koşulların etkilerini kendime aitmiş gibi algıladığımın farkında olmayabilirim. Somut varlığım yokken böyle sorunlarım yoktu, çünkü; etkileşimde bulunabileceğim bir dile sahip değildim. Kendimi ifade etme fırsatı bulduğum anda, tüfeğin icadıyla başlayan bozulma sürecinde olduğu gibi, güçlü olmak arzusunun önüne geçemiyorum. Kendimi imha etme konusunda yeterli cesaretle donatılmadım. Beni buraya bağlayan, sürekli gelişmemi ve güç elde etmemi isteyen, özgür irademin dışında daha güçlü bir irade var sanki...

Karanlıkta, film başladıktan sonra salona giren, yer gösterici olmadığı için nereye oturacağını bilemeyen bir seyircinin şaşkınlığı var üzerimde...El yordamı ile ilerlemekle, bir ışık beklemek arasında tereddüt yaşıyorum. Perdede belli belirsiz görüntüler yakalıyorum ama sanki doğrudan benimle ilgili olmayan, dışımda gelişen şeyler bunlar. Beklediğim ışık, yer gösteren fener olamaz, çünkü; “şaşkınlığımdan faydalanıp, kendine bir üstünlük payesi çıkarıyor” . O ışığın benimle değil, oturacağım yerle ilgili olduğunu sanıyorum. Benimle ilgili olsaydı,” ışık ve ben” şeklinde ikili algılamaz, ikimizi bir bütün görürdüm. Kavram olarak bile, “öteki” olmazdı.

Her neyse, kendime has olduğumu bilmenin yalnızlığı var üzerimde... Özgün ve tekim. Kendimi tamamlanmış olarak, bir bütün halinde göremediğim için istediğimi yapabilme özgürlüğüm yok. Dışsal faktörler iç özgürlüğüme, yani kendimi gerçekleştirme olanaklarını seçmeme engel oluyor. İster istemez; iplerimin beni oluşturan güçlerin elinde olduğunu sanıyorum. Bu güçleri tanımıyorum. Bilinmezin içindeki kaos deyip geçilebilir. Gidilecek yerden çok gidilen yol önemli. Her başlangıçta bir niyet vardır. Niyetsizlik de bir niyettir. Yola çıktıktan sonra başa dönülemez, çünkü; başlangıca dönme çabası yolculuğun bir parçası haline gelir.

Varlığımdan koptuğumun farkındayım. Burada olmak ve sonrasız bir anın tadını çıkarmak varken, kendimle gereksiz polemiklere giriyorum. Bir çeşit kendinden uzaklaşma, gizli bir ölüm arzusu, yok oluşun getirdiği sorumsuzluğa duyulan özlem olabilir. Ben sadece bu yazının kendisiyim sonuçta...Hepsi bu.

Sunday 19 September 2010

Katalizörler ve Sevgi

Lisedeydim sanırım. Babamla bir tartışma sırasında, olay kaba kuvvet uygulama aşamasına yaklaşmaya başladığı zaman ona şunu söyledim:


- Bana vurabilirsin. Beni senin düşündüğün şekilde düşünmeye cebren zorlayabilirsin. Hatta acıdan kaçmak için söylediğin şekilde davranmaya da başlayabilirim. Ama zihinsel olan bir konuyu bana fiziksel kuvvet uygulayarak anlamamı sağlayamazsın. Bu mümkün değil.

Durdu, söylediğime inandığımı biliyordu. Gözleri doldu. Anlamıştı. Araç amaca uygun değildi. Eğer amaç anlamam ise…

Malzeme biliminden iki tip değişimden söz edilir. Elastik değişim ve plastik değişim. Elastik değişimde, değişime sebep olan kuvvetler kalktığı zaman, madde tekrar eski halini alır. Plastikte ise artık maddenin içsel yapısı değişmiştir, etki ortadan kalktığı zaman bile eski haline dönemez. Her malzeme belli bir eşiğe kadar elastiktir. Ama o sınır aşıldığı zaman bozunuma uğrar, eski haline dönemez. Bu yüzden inşa her yapıda ona uygulanacak kuvvetlere karşı elastik bir davranış göstermesi beklenir.

Malzeme biliminde elastik değişim tercih edilen bir şey olmasına karşın, aklın/ruhun dönüşümüyle ilgili düşünecek olursak burada tam tersi bir durum geçerlidir. Aklın ya da ruhun gerçek bir dönüşümü plastiktir, elastik değişimler sadece ‘-miş gibi’ yapmaktır.

Öyle bir yerde yaşıyoruz ki, sürekli dışarıdan etki bombardımanı altındayız. Algıladığımız/hissettiğimiz her şey aslında bir katalizör. Tüm duyusal algılamalardan tutun da diğer varlıklarla paylaştığımız tüm fiziksel/duygusal/zihinsel/ruhsal etkileşimlere kadar her şey birer katalizör. Her katalizör belli bir anlayışı kazandırmak için var. Giderek daha fazla bütünlük kazanan (ve ‘sonsuz bir’e doğru giden) bir anlayışlar silsilesi içinde her biri belli bir anlayışı gerektiriyor. Katalizörlerin her biri gene nihai durumda kendi kendilerini gereksizleştirmeye çalışıyorlar. Anlayış kazanılırsa artık o anlayışı gerektiren katalizör gereksiz kalıyor. Katalizör hala var oluyor belki ama kazanılan ‘anlayış’ onu dengeleyerek artık o etkinin katalizör etkisinde algılanmamasını/hissedilmemesini sağlıyor.

Bir insan size saldırırsa ona karşı bir tepki geliştirirsiniz ama bir boğa size saldırırsa bu sizde aynı tepkiyi uyandırmaz. Sadece yolundan çekilir ve güvenli bir ortama geçmeye çalışırsınız. (boğayı sucuk olarak görenleri tenzih ediyorum)

Bu noktada ıstırap devreye giriyor. Hep deriz ya, öğrenmek için ıstırap gerçekten gerekli midir. Mutlaka ıstırap çekerek mi öğrenmek zorundayız diye.

Aslında katalizörler hep bize acı veren şeyler değildir. Katalizörler önce akla gönderilirler. Eğer akıl onları anlamayı ve gerekli anlayışı kazanmayı başarırsa sorun yok. Ama akıl bu katalizörü göremezse, değerlendiremezse, anladığını sanıp anlamazsa, bu sefer aynı katalizör fiziksel düzeye gönderilir. Gönderilmekten çok üst katmanlardan alt katmanlara ilerlemesi/sızması gibi bir şeydir bu. Ruhsaldan, zihinsele iner, sonra duygusal ve sonra fiziksel. Eğer inanç (ruhsal) ve düşünce (zihinsel) düzeyinde çözümlenir ise duygusal ve fiziksel/bedensel (hastalıklar vs.) düzeyinde acı çekmek için bir sebep kalmaz.

Öğrenmek ve anlamak aynı şey değildir. Bilmek ve anlamak da öyle. Bilgi dışarıdan alınabilir ama anlayış dışarıdan alınamaz. İçsel bir süreçtir. İçinizde bir ışık çakması gibi ani ve karşı konulmazdır. Zevklidir. Anladığınız şey sizin olur. Daha önce kimlerin onu hangi sözcüklerle ifade ettiği artık umurunuzda bile olmaz. O şey artık bütün çıplaklığıyla sizindir. Sanki ilk defa keşfedilmiş gibi tazedir. Tümüyle yeni ve heyecan doludur. O sizindir, diğer anlayan herkes kadar sizindir de. Bir anlayış, daha çok kişinin anlamasıyla bölünüp azalan bir şey olmaktan çok, artan çoğalan bir mutluluktur. Kimse sizden daha çok ona sahip olduğunu iddia edemez. Anlayan herkes ‘bunu’ zaten bilir, onun için de iddia etmeye falan kalkmaz, sadece coşkusunu paylaşır, paylaştıkça katlanan bir mutluluk gibi…

Sözel olarak bir çok şey söyleyebilir, bildiğiniz ve anladığınızı düşünebilirsiniz. Ama anlamamışsanız bunların hepsi çok da bir şey ifade etmez. Sözcükler, düşünceler, duygular sadece işaret oklarıdır. Hiçbiri ‘anlayış’ın kalbine kadar götüremez sizi. Sadece işaret ederler.

Eğer ‘anlamış’ iseniz, anlayışınız aslında tüm sözcüklerden ve işaret oklarından bağımsız olduğunu da bilirsiniz. Aynı anlayış yüz bin türlü kılığa da bürünse onu tanır, ayırt edersiniz. Ama anlamamışsanız sadece verilen örnek üzerinden gidebilirsiniz. (Aynı, okulda bir dersteki konuyu anlayan bir öğrencinin, soru farklı bir tarzda gelse de çözebilmesi, ama anlamayan bir öğrencinin sadece sınıfta çözülen örneğin çok benzeri bir soru gelirse çözebilmesi gibi…)

İşte her katalizör kendi gerektirdiği anlayış kazanılana kadar bize ‘etki’ etmeye devam eder. Eğer bizde olan değişim ‘elastik’ ise, dış etkiler kalktığı anda biz ‘eski’ formumuzu alırız. Spritüel bir ortamda spritüelizdir ama hayat başka insanlarla başka altında kesiştiğinde, belki de bu aklımıza hiç gelmeyecekti. O şartlar ve insanlar hayatımızdan çıkınca, biz de giderek bu konuları çok da kayda değer bulmayan bir hale doğru geri dönüşebiliriz. Başka bir ortama konduğunda ortama uyum sağlayan diğer tüm canlılar gibi. Bazıları ortama uyum sağlarlar, bazıları hem uyum sağlar hem ‘kendi ortamlarını yaratırlar’/’kendi ortamlarına dönüşürler/dönüştürürler’.

Ama eğer ‘anlayış’ sözcüklerin ötesinde kazanılmış ise kaybedilmesi mümkün değildir. ‘Plastik’ bir değişim meydana gelmiştir. Artık kişi, o anlayışla ilgili ‘içten yanmalı’ bir motor (Demet Akalın üzerine alınmasın) olmuştur. Fikirler kendisine aittir ve ‘anladığı şeyin’ sözcüklerin ötesinde olduğunu bilir. O anlayışın ‘bütünlüğün’ hangi kısmına pek de güzel oturduğunu bilir. Sözcükler kullanır ama onlara bel bağlamaz.

Katalizörler üst düzeylerden alt düzeylere sızdıkça, bizi ilgilendirmediğini düşündüğümüz şeyler, ilgilendirir olur. Katalizörü ne kadar geç fark edersek acı miktarı artar. En son fiziksel düzeyde artık katalizör kendini gösterebilmek adına gözümüze gözümüze (bazen de götümüze) sokulmaktadır deyim hala yerinde, taşınmadıysa. Ne kadar üst düzeyde tanınır ve çözümlenirse ruhsal/zihinsel/duygusal/fiziksel ‘acılar’ o kadar gereksiz olur. Böylelikle, ‘öğrenmek’ esas olarak ıstırap içermek zorunda değildir. Bu ne kadar geç fark edildiğine ve ele alındığına bağlıdır. Tıpkı teşhisi gecikmiş ve ilerlemiş bir hastalık gibi.

Nedendir bunca çile. Nedendir bu işleyiş. Neden vardır katalizörler. Ne kadar gereksiz şeyler bunlar. Öyle değil mi? Gereksiz ilginç biz sözcük. Acaba böyle bir sözcüğün üretilmesi neden ‘gerekli’ oldu. Olmasa da olmaz mıydı…

Bir varlık ne kadar çok ‘anlayış’ kazanıp bu anlayışları bütünleyebilirse, o kadar bilinçlenir. Ne kadar bilinçlenirse, o kadar ‘özgür’ olur. Ve ne kadar özgür olursa, o kadar çok ‘sevme’ potansiyeline sahip olur.

“Yaşanan an sevgi taşır. Bu devrenin amacı, bu sevginin bilinçli olarak farkına varmak ve sapmaları ayırt etmektir.”

“Sevgi gereksizlikten doğar.” Zorunlu olarak yapmak/olmak zorunda olduğunuz şeyleri sevme gücünüz, zorunlu olduğunuz oranda azalır. Gerçekte sevgi sebeplerden doğmaz. Aynı anlayış gibi; anlayış da sözcüklerden doğmaz. Sevgi sebepleri kullanır ama onlardan bağımsız olarak var olduğunu bilir. Anlayış da sözcükleri kullanır ama onlardan bağımsız olarak varolduğunu bilir. Tüm sevgiyi gösterme çeşitleri; ‘ihtiyaç hissetmek’, ‘aramak’, ‘sevdiğini söylemek’,’hediye almak’,’okşamak/sevmek/sevişmek’,’özlemek’,’konuşmak’ bile bütünüyle sebep ve gösterilerden bağımsız olan sevginin dışavurumlarıdır yalnızca. Aynı, bir ‘anlayış’ın sözcüklerle ve türlü düşüncelerle/duygularla dışavurumu gibi. Dışavurumların olmaması ne sevginin ne de anlayışın yokluğunu işaret etmez. Çünkü gerçekten ‘seven’ ve ‘anlayan’ bunların dışavurumlarından öte bir şey olduğunu ‘anlamıştır’ artık… Eğer varsa vardır ve eğer yoksa dışavurumun bini, bir para bile etmez.

Sevgi ve anlayış. İkisi de görünür sebep ve belirtilerin ötesindedir. Birbirlerine sanıldığından çok daha fazla yakındırlar aslında. Aynı bir sonraki yoğunluk derecesinin sevgi/idrak yoğunluğu olması gibi. Bir şeyi anladığınızda hissettiğiniz coşku ve heyecan gene bir şeyi severken hissettiğiniz aynı coşku ve heyecandır. Anladığınız yeni ‘anlayış’ ınızı seversiniz. Ve hatta tersi de doğrudur, bir şeyi sevdikçe anlamaya başlarsınız (matematik gibi). Aşılması zor tüm zorluklar birer birer ortadan kalkmaya başlar ‘sevdikçe’. Ne uzun, ne zor, ne yorucu, ne de sıkıcıdır sevdiğiniz şey. Bu kadar güçlü bir şeydir sevmek işte.

Ve en güçlü sevgi gerçekte tümüyle ‘gereksiz’ bir sevgidir. Hiçbir sebebi yoktur. Sebebe ihtiyacı yoktur. Sevgi’nin kendisi, kendi başına sebeptir. O vardır. Tümüyle ‘gereksiz’ olduğu halde vardır.

Bir düşünün bu kadar gereksiz bir sevgiyi. Sizin sonsuzluğa olan sevginiz gibi. Hiç gerekli gözükmez sonsuzluk bu dünyada. Gördüğümüz her şey sonludur, bildiğimiz her şey sonludur, tüm algılarımız, isim konulabilen sözcüklere dökülebilen her şey sonludur. Ne gerek vardır sonsuzluğa.

Çoğu kimse ‘sonsuzluğun’ gerçekten var olmasına ihtiyaç duymaz. Hatta öyle bir kavramın farkında bile değildir. Gereksizdir bu, açıkça gereksiz.

Şimdi ‘bir’ de tersten bakalım. Sonsuzluğun size olan sevgisi gibi. Aslında bundan daha ‘gereksiz’ hiçbir şey yoktur. Çünkü sonsuzluğun dışında, ihtiyacı olan, ona katabileceğiniz veya bilmediği bir şey yoktur. Ne yapsanız, ne olsanız ‘zaten’ onun içindesiniz. Tüm yaratılışın/yaratılmamışın veya varoluşun/varolmayışın veya ‘olanın ve olmayanın’ tümü onun içindedir.

Ve tüm varoluş bu mutlak/sonsuz ‘gereksizlik’ten doğmuştur. Kendi varlık sebebiniz ve varoluş serüveniniz de bu mutlak/sonsuz ‘gereksizliktir’. Sonsuzluğun size olan sevgisi de, gene tümüyle mutlak/sonsuz bir ‘gereksizlik’tir.

Ve tüm varoluş bu mutlak/sonsuz ‘sevgi’den doğmuştur. Kendi varlık sebebiniz ve varoluş serüveniniz de bu mutlak/sonsuz ‘sevgi’dir. Sonsuzluğun size olan sevgisi de, gene tümüyle mutlak/sonsuz bir ‘sevgi’dir.

Sevilmeseniz, sevilmediğinin farkına varacak varlıklar da olmazdı.

Monday 3 May 2010

Rijit Sevişmeler

Sen, bu yazıya konu olan ve bu yazıyı okuyan kadın! Bu yazıyı okurken, aydın(!)ların deyişiyle, “dehşete” düşebilirsin. Ama bu, ne kadar aciz ve ve idrak yoksunu olduğundan daha “dehşetli” olamaz. Sabırsızlanma, sana ne olduğunu çok net göstereceğim; gerisi sana kalmış. Sana farklı bir kimlik çizmiyorum sadece silüetine ayna tutuyorum. Şüphesiz bu aynayı kırmak isteyeceksin. Gördüğün “görüntü” seni rahatsız edecek. Reddeceksin. Ego’n teyakkuza geçecek ve öyle aciz hissedeceksin ki, dünyanın en rijit taşını “aynana” atmak isteyeceksin. Aynayı kırabilirsin ya da ondan sırt çevirip, tüm kayıtsızlığın ve bilinçsizliğinle, ona bakmamayı seçebilirsin. Fakat göğüslerinin bir diğer kadınınki kadar diri olup olmadığı; ,dudaklarının,kalçalarının dolgun ve davetkar olup olmadığını, sokaktaki –ki onlardan bu yazıyı okuyacaklar arasında da mevcut- abazaların seni yorumlamasından mı anlayacaksın? Ya peki, ikiyüzlülüğünü, sinsiliğini ve çirkinliğini gizleyecek olan malum makyajını nasıl yapacaksın? Makyaj ve erkeğin ilgisi olmadan,sen, yaşayamazsın ki! Yaşasan bile, bu, nebati bir yaşam olmaz mı? Keza yaptığın sadece “fotosentez” değil mi? İşte güzelim,sen “bu”sun; salt bu yazıdan ibaret, fazlası değil…

TÜRK KADINI

Başlamadan önce şu ayrımı yapmalıyım: yazıya konu olacak kadını dönemsel olarak ayırmam gerekiyor. 1970’den günümüze kadar olan ( özellikle 80 sonrası jenerasyon) kadını irdeliyorum. Ve tabii ki de Özgürlük Savaşı’nda sırtında mermi taşıyan, kendi ekmeğini askerine veren, şalvarından askerin yarasına yama yapan kadına değil sözüm. Engelli oğluna ya da eşine hiç hayıflanmadan sevgiyle bakan, 40 derece altında tarlalarda sabahtan akşama kadar çalışan, çıkarsız ve koşulsuz seven, evladını yaşlılık poliçesi gibi görmeyen gerçek anne kadına; bana her şeyden şüphelenmemi ve sorgulamamı öğreten öğretmen kadına, kendisini tanıyan ve ne olduğunu gerçekten bilen kadına, spritüel ve bilinç düzeyinde bir adımı olan kadına DEĞİLDİR SÖZÜM. Sen, ister profesör ol, ister holding başkanı, ister rock’çı ve istersen de orospu! SÖZÜM SANADIR.

Türk Kadını … Sevmiyorum seni, sevemiyorum... Attila İlhan bile seni sevememişken, ben nasıl sevebilirim? Üstad neden “olmayan kadınları” sevmek zorunda kaldı?

Açıklayayım…

Çünkü sen bencilsin (egosal bilinç düzeyinde olan her insan bencildir). Sen sevgiyi, sadece senin sınırların dahilinde sirküle etmek olduğunu sanıyorsun. Dün gece, benim için ölebilecekken; bugün, nasıl olur da benden nefret edebiliyorsun? Nasıl bu kadar amcıkağızlı ve akılsız olabiliyorsun? Tutunduğun tek dal sevgi(!). Sözde, sevgiyi arıyorsun; gerçek aşkı. Oysa ki, sen, daha sevginin ne anlama geldiğinden bihabersin. Bilmediğin bir şeyi nasıl arayabilirsin? Bulduğunu sandığında bulduğun, elinde tuttuğun ne? Zaten başlı başına bir illüzyon olan dünyada, sen de kendine yeni bir illüzyon yaratıyorsun(haşa!). Yakışıklı olduğum sürece; çağrılarına cevap verdiğim, özel(!) günlerini unutmadığım, seni dünyanın merkezine koyduğum, hoş bir hatunla sevişmediğim, kilolu ve koca götlü olduğunu söylemediğim, dizi seyretmekten ve senin de izdüşümü olduğun boş insanları örnek almaktan başka bir şey yapmadığını söylemediğim, kokuşmuş sistemden aldığın belgeler, diplomalar, akademik ve sosyal ünvanlarının, seni akıl, idrak ve bilinç sahibi yapmadığını söylemediğim sürece sen beni elbette seversin. Senin sevgi anlayışın bu. Benim için ölmek en kolay yol güzelim. Aslolan bizim için yaşamak, tabi büzüğün varsa! İtirazlarının çığlığı o kadar tiksinç ve tırmalayıcı ki, kulaklarım şimdiye dek böyle bir sesle deneyimlenmedi.

İktisat bilimindeki “arz-talep” ilişkisini sanırım bilirsin. Arz, talebi aştığında fiyatlar düşer. Aksi durumda ise fiyatlar yükselir. Seni bu biçime biz soktuk.Fizik kanununa göre “içi boş cisimler, en çok ses çıkarır”. İşte biz seni hep içi boş bıraktık ya da içini sadece meniyle doldurduk. Sen sadece ses çıkartıyorsun.

Arzımızı arttırarak senin fiyatını yükselttik. Senin karşında hiç kendimiz olamıyoruz. Seni düzebilmek için, bırak düzebilmeyi, seninle sadece sohbet edebilmek için bile mütemadiyen yalan söylemek zorunda kalıyoruz. Çünkü sen gerçeklere tahammül edemiyorsun. Duymak istediklerini dile getiren çük kafalara aşıksındır sen. Hep "pembe pancur" hayalini ve ego’nu besliyecek besini istiyorsun. Ama güzelim sen bana “ aşkııımmmm, kilo almış mıyım?” diye sorduğunda: “Ne alakası var bitanem,süpersin” diye cevap vermek istemiyorum. Gerçeği söylemek, kıçının ne kadar büyüdüğünü, doggy style'den tiksinir hale geldiğimi söylemek istiyorum.
Evet arzımızı arttırdık, en çirkininize (dünyada güzellikte, akılda ve sekste en sondasın, bunda zerre kadar şüphem yok) bile en az 100 adet romantik ve duyarlık abidesi doğan görünümlü şahin, aslında sadece salyalar akıtarak, fotosentez gerçekleştiren “yurdum abazası” düşüyorsa, senin kendini Ürdün prensesi sanmaman “paralojik” olurdu.

Tasavvur et, edebiliyorsan; sana, bir tane bile erkek hiç gülümsemese, dokunmasa, amiyane tabirle “pas” vermese, sen, onun mavi gözlü, uzun boylu, büyük çüklü, zengin ve çok yakışıklı olmasıyla ilgilenir miydin? Hala evet diyorsan Shaq siksin seni! Sen, o durumda, o erkeğin sana bir dokunuşu, gülümseyişi için dahi kukunu, kıçını, canını vermeye amade olurdun. O dokunuş ve gülümseyiş senin için ilahi bir konçerto olurdu.(nur içinde yatsın bethoven)

Ben senin bildiğin kadınlardan değilim denilen bir ortamda, sen, tam da benim bildiğim kadınsın. Herkesin “farklıyım” diye fark yaratmaya çalıştığı bir ortamda, herkes yeknesak. Herkes senin gibi. Yalnız değilsin. Tek fark; acizlik dışavurumunun tecelli etmesinde. Sen, farkını saçını kızıla boyatıp, diline ve klitorisine piercing taktırarak, beline de gitarı asarak göstermeye çalışırken, bir diğeriniz ise “zor kadını” oynayabilir. Fakat bu çok komik; bir farenin uçabilmesi gibi bir şey.

Sen tüm ilgiyi, övgüyü, bakışları, sevgiyi(!) üzerinde istiyorsun. Evrenin merkezi olmak istiyorsun. Ne kadar zavallıca! Sen, o kadar ikiyüzlüsün ki, sen bile zaman zaman hangisinin gerçek yüzün olduğunu anlayamıyorsun. Sen benim kucağımdayken, nişanlınla romantik konuşmalar yapabiliyorsun. Sen, içine girilen üç delikten asıl önemlisini(!) muhafaza ettiğin için övünebiliyor, gizli bir hoşnutluk duyabiliyor ve kendini temiz(!) sayabiliyorsun. Şimdi sen karşımda çırpınıyorsun büyük bir hiddet içinde, zavallı sen, zavallı ego’nun esiri olan sen: “hayır, ben öyle değilim. Bu bir hakaret” diye kinleniyor ve taş atıyorsun aynaya. Unutma ben sadece senin aynanım.(Tüm erkekler çükü kesilesi, hayvan yaratıklar zaten.) Gündüz gitar çalıp, akşam da pekala “saksafon” çaldığını biliyorum.

Dünyadaki tüm güzel ve seksi kadınları düzmek istiyorum, tüm şaraplardan tatmak, tüm meyvelerden yemek istiyorum. Ben, bunu kendime de sana da itiraf edebiliyorum. Kendimin ne olduğunu biliyorum.

Üniversite mezunu bir kız arkadaşım, seviştiğim, tüm sevgililerimi, benimle seks yaptıkları için bir orospuyla eşdeğer görüyor. Neden? Çünkü kendisini öyle temiz(!) görüyor ki, mastürbasyonla bile kirletiyor güzel ruhunu ve kukusunu. Bir diğeri, sevgilimize jartiyer almamızı anlamakta güçlük çekiyor. Yakışıksız ve normal olmadığını söylüyor. Oysa kendisi beyaz pantolon altına siyah g-string giyiyor şekilsiz götüyle...

Beni düzeceksin ama düzdüğünü bana ifade etmeyeceksin. Zımni antlaşma bu !

Senin de izdüşümü olduğun bir ünlü model(!) bir gazeteye röportaj veriyor. Modellerin ve sarışınların “boş” olmadıklarını tanıtlamak gibi bir içgüdüleri var, biliyorsun. Bu kadın da boş olmadığını göstermek için asla anlayamayacağı, Freud ve Nietzche’yi kullanarak kanıtlamaya çalışıyor. Roportajcı (C Takımı şaklabanı) da bu isimleri duyunca çok şaşırıp, bu kadının boş olmadığını bize, biz gerizekalılara anlatmaya çalışıyor.

- Abi Freud’u okudum. Adam sapık abi…her şeyi o'na indirgemiş. Burada söyleyemeyeceğim, çok utanıyorum.
- Söyle kızım , nedir?
- Şey abi… hani o şey…şey abi. (sanki hiç görmemiş edası, oysaki saksafonda doktorası var!)


- Peki Nietzche’ye ne diyorsun?
- Abi o da anlaşılmaz ve işe yaramaz bir adam. Çok sapkın düşünceleri var, delinin biri...


Okuyorsun ya, senin de izdüşümüm olduğun temsilcin ne kadar entellektüel(!) ve akıllı(!). Ben bu kadının ve senin Nietzche’yi anlamasını beklemek gibi bir saflık içerisinde zaten değilim de... Bir fareye uçmanın ne demek olduğunu anlatmak gibi bir şey, Nietzche’yi sana anlatmak. ("niçeyi anlamak zorundamıyız a.k diyorsun, bencede koymalısın)

Devam ediyoruz…

- Abi sağolsun…. Beni temiz teslim etti. (kendisinin bir koli ve seks objesi olduğunu kabul ederek) - Anlamadım kızım, hangi kargo?
- Şey abi..yani, bakireyim.
- Haaa...olsun, var bunu da bi çaresi, hallederiz...biz ne güne duruyoruz (son repliği ben bizatihi götümden uydurdum; bu hikayede adın geçen şahıslar ve olaylar...)


Bakire olduğu için kendini temiz addediyor modelimiz, ne şirin! İçindeki ve beynindeki kokuşmuşluk, cahillik ve bilinçsizlik çöplüğündeki tüm mikroplara rağmen,hala, nasıl “temiz” olabiliyorsun? Peki, senin mantığınla gidelim. Herhalde sadece sarılıp uyuduğun adam kendi kendine mastürbasyon yapmamıştır o süreçte. Keza onu yapacak olsa, seninle ne işi olur! Diğer iki içine girilen deliğe girilmişken, hala, ön kapın kapalı diye, kalenin zaptedilemeyeceğini nasıl düşünürsün?

Bilimsel jargonda “vajina” , senin ve benim aramızda ise “amcık” dediğimiz şeyin zırhla çevrili olması senin “temizliğini” göstermez. Şair demiş ki : “Bendeki bu aşk olmasa, güzelliğin beş para etmezdi”. Ben de onu şöyle diyorum : Sen de bu amcık olmasa, yüzüne bakan olmazdı.

So I open my door to my enemies
And I ask could we wipe slate clean
But they tell me to please go fuck myself
You know you just can’t win

Pink Floyd


Evet türk kadını sen “bu” sun. Kafamın ve dilimin yetersizliğinden kağıda dökemediğim birçok düşüncem daha var. Ama bu düşüncelerimi bilenler az-buz değil.

Sen şimdi tüm acizliğinle bir de bana itiraz edersin. Bunların bir “gerçeklik” olmadığını, sadece benim “görüşlerim,yorumlarım” olduğunu söyleyeceksin. Ya da en iyimser söyleminle, bunları genelleyemeyeceğimi söyleyeceksin. Peki,tama genellemiyorum; fakat “ezici çoğunluk” diyorum. Ve ego’na, bu çoğunluğun dışında olduğunu inandırmaya çalışmadan önce, dön de kendine bir bak. Nesin sen? Bu “aynanın” gösterdikleri gerçekten doğru mu, diye sor kendine. Ve en azından kendinle baş başayken cesur ol ve gerçeği kabullen. Sen “içgüdüsel” bir varlıksın. Sen egosal bilinç düzeyinde yaşayan bir hayvansın. Tabi ki de bu satırların yazarı sana “egosal bilinç düzeyinde” aynalık yapıyor. Ben, senin salt egodan ibaret olmadığını fark etmeni, sen’in ego olmadığını görmeni istiyorum. Sen ego’nun esirisin. Sen “kimlik” ve “dışsal uyuşturucular” olmadan mutlu olamazsın.. Ve sen mutlu olamadığın sürece ben, seni sevemem türk kadını. Benim varoluş amacım senin götünü memnun etmek olmasa gerek. Sen, aynadaki görüntünü kabul etmedikçe acılar çekmeye, sıkıntılar içinde olmaya devam edeceksin. Hep bir tatminsizlik içinde olacaksın. Sevgilin doğum gününün unuttuğunda acı çekeceksin. Arzulu olduğun bir gecede, kocan seni düzmek istemeyince kendini hilkat garibesi gibi hissedeceksin. Birileri seni sevdiğini söylemediği sürece “ben sevilecek biri değilim, kimse beni sevmiyor” diye acılar ve karanlıklar içinde olacaksın. Oysa ki mutluluğun, sevginin ve değerin “içten” geldiğini, her şeyin özünün “bir” olduğunu bilen kadınlar var. Onların, senin gibi sinsiliklere ve ikiyüzlülüğe, makyaja, övgüye, çiçeğe, dünyanın merkezi olamaya ihtiyaçları yoktur. Onlar “şimdi” de tüm farkındalıklarıyla olup bitenin ayırdındalar. Ego ve hislerini dışardan görebiliyorlar. Onlar her şeyi “olduğu” gibi kabul edebiliyorlar. Düzüşmek arzularının farkındalar, rüzgarın yüzlerini okşamasının farkındalar. Onlar “şimdi” den başka bir zamanın olmadığının da farkındalar.

Sen zavallı aciz türk kadını! Sen masum değilsin. Her sözünün ve davranışının arkasında gizli bir sinsilik yatıyor. Kıçını sergileyen kotun, göğüslerinin kıvrımlarını teşhir eden badin olmadan sen, bir hiçsin. Keşke şeffaf olabilsen, keşke kendin olabilsen. “kendimi rahat hissetmek için makyaj yapıyor ve mini giyiyorum” demesen. Çünkü bu deyişinin arkasındaki asıl gerçeği görebilen insanlar var. Yesinler rahatlığını. Sakın onun ardındaki mesaj “ dünyanın en seksi kadını benim, hey erkekler ve çirki hemcinslerim, görün bu sütun bacakları da salyalar akıtın” olmasın?

Senin bu sahtekarlığına dayanamıyorum! Senin aklın sevgi(!)de, benim ise hep “sekste”, değil mi? Güleyim, hatta sen de gül, git kendine içki koy ya da ağla. Dünyayı oluşturan erkeklerdir ve her şey seni düzebilmek için oluşturuldu. Ekonomi, sanat, aşk, evlilik hep seni düzebilmek için var. Sen düzülmeyi her şartta isterken, sadece evlilik(!) çerçevesinde bunu ifa ediyorsun zayıflığından. Kutlarım seni, kukunu, bir silah olarak, iyi kullanıyorsun. Oysa sen içine girilen, ben de içine girenim. Hepsi bu !

Seni Attila İlhan bile sevmemişken, ben nasıl severim ey türk kadını!

There is no hope for you. You are in darkness.

P.S: Bu yazı 2004 veya 2005'de kaleme aldığım bir yazıydı.

Thursday 29 April 2010

Hayal(et)

Yine geldiler işte... Hep geliyorlar. Benden ne istiyorlar? Onları kovardım eskiden ya da kaçardım. Yatağın altında, karanlıkta, dolabın içinde; gece tuvalet için kalktığımda klozetin deliğindeydiler. Yorganın altına saklanır, sabaha kadar gözümü kırpmazdım; sırılsıklam terlediğimde, günün ilk ışıkları imdadıma yetişir; onlar gittikten sonra uykuya teslim olurdum. Bebeklerin, ellerini iki yana açıp, battaniyenin altına saklanma gereği duymayan uykularındaki o sadelik ve teslimiyet ne güzeldir; nasıl da kıskanırdım onları.

Hayalet karşıma çıktığında, ona sordum; “benden ne istiyorsun?”. Gözlerinde pişmanlık ve üzüntü vardı. “Elini şeker kavanozuna hesapsızca daldırışındaki mantık...”, devam etmesini bekledim; susuyordu. Bunda mantık falan yoktu besbelli...

Şimdinin gözleriyle, geçmişin belirsiz ilişkileri arasında dolaşmak ilginç oluyor. Sekiz-on yaşlarındaki kendimi, fotoğraf albümlerine bakmanın nostaljisiyle değil, bir yetişkin gözüyle yeniden değerlendirdiğimde, şimdiki benin oluşmasına neden olan hayaletleri, dinamikleri, ilişkileri ve bunların içimdeki yansımalarını görebiliyorum.

Geliştirmeye, çocuğun içindeki potansiyeli keşfetmesine yardımcı olmaya yönelik ana-baba tutumları yerine, baskılayan, budayan yetişkinler vardı çevremizde. İç dünyamızı anlayıp dinleyerek kendimizi kabullenmemize yardımcı olamıyorlardı; çünkü onlar da kendi içsel bütünlüğünü oluşturamamıştı. İlkel dürtülerinin peşinde sürükleniyor, farkında olmadan taşıdıkları yükler yüzünden acı çekiyorlardı.

Geçmişe dönüp, kendime şimdinin gözleriyle yeniden baktığımda, hayatımda önemli rol oynayan insanlar, kendi sorunlarını bana itiraf edip, simitçi çocuğa cevap veriyorlar. Onları duymayı, dinlemeyi öğreniyorum; çünkü artık korkmadan, yanıbaşımdaki hayaletlere soruyorum; “benden ne istiyorsunuz?” Hiçbir şeyin asla kötü niyet taşımadığını biliyorum artık. Seri cinayet işleyen katillerin bile, bir olumsuzluğu ortadan kaldırmak amacında olduklarını, kıskançlıkların temelinde kişinin kendi özsaygısını koruma bilincinin ya da -bilinçsizliğinin- yattığını, bütün inançların ve önyargıların özdeki temelsizliğe karşı geliştirilmiş birer savunma olduğunu ve hepsinin, korkularımızın ürünü olduklarını biliyorum. İşte bu yüzden herkesi affedebilirim, affedilecek bir şey varsa eğer...

Yirmi yıl öncesinin bir Yirmi Üç Nisan’ında diğer çocuklarla beraber Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyorduk. Çevrede öğrenci velileri de vardı. Bahçe çok kalabalıktı.

Törenden sonra öğrenci ve velilere şeker ikram ediliyordu. Bir kız öğrenci elinde şeker tepsisiyle yanıma geldiğinde görgüsüz ve arsız bir şekilde bir avuç şeker aldım. Tepsiyi tutan kızı ve arkadaşlarımı şaşırtmaktı amacım. Elimde bir avuç şeker, birden öğretmenle göz göze geldim. Şeker tutan elimi yakaladı, silkeledi ve yüzüme bir tokat attı. Neler söylediğini hatırlamıyorum ama utancımı, buz gibi olduğumu, duygularımı iyi hatırlıyorum.

Yirmi yıldır birileri bana şeker tuttuğunda sadece bir tane alırım; ev sahibi çok ısrar etse bile. Bu öğretmen öleli 5 yıl oldu. Bazen onunla konuşuyorum. (Ölülerle istediğiniz zaman konuşabilirsiniz). Ona soruyorum;
“Başka türlü davranabilir miydiniz?”
“Elini şeker kavanozuna hesapsızca daldırışındaki mantık...”
Susuyor. Bunda mantık falan yok besbelli...
“Nasıl davranmamı isterdin?” diye soruyor.
“Yanıma gelip, gözlerimin içine gülümseyerek bakıp; -bunu neden yaptın?- diye sorsaydınız.”

Bilinmeyen bir dünyadan gelen öğretmenime bu özel dokunuş için teşekkür ediyorum. Gözlerimin içine gülümseyerek bakıyor. Duruşunda hepimizin gideceği sonsuz okyanusun derinliği ve ağırbaşlı sessizliği var.

Sunday 4 April 2010

Panoptik Yaşamlar ve Sabah Ereksiyonu

Tarih: Biliş Çağı
Yer: Hapishanem
Makine: E Tipi Sürfile

Panoptikon, kapitalizmde yeniden keşfedilmiştir. Kapitalizmde yeni teknolojilerin kullanımının işyerinin yoğun kontrolünü gösterip göstermediği tartışması karmaşık ve yetersizdir. Zuboff, "Akıllı Makinenin Çağı(In The Age of The Smart Machine)” kitabında bilgisayarların işyerinde dönüştürücü bir kapasiteye sahip oldukları görüşünde. “İktidarın Ruhsal Temeli” olan otoriteye paralel olarak tekniği “İktidarın Maddesel Temeli” olarak inceliyor. İddiasına göre çağdaş yönetim tekniğinin anahtarı, yeni teknolojilerin kullanımıyla birlikte mümkün hale gelen panoptisimdir.

Günümüzdeki örgütlerde Zuboff’un incelediği işyerlerinden biri olan yüksek derecede otomatize bir hamur imalathanesinde, sabah meydana gelen küçük bir patlama, tüm işlemin beş saniyelik aralıklarla sürekli olarak kaydedildiği kameralarla kurulmuş sistem sayesinde, yönetim kazanın nedenini, teçhizat hatası mı, kötü alınmış bir karar mı yoksa uyuklayan bir operatör mü olduğunu kesin olarak tespit edebiliyor; bu tip yerlerdeki işçiler günlük rutinin en küçük detaylarına kadar yönetimin gözünde saydam hale geliyorlar. Yukarıda gördüğünüz resimdeki odamda hamur imal eden bir operatör olmasam da kamera mevcut (off the record). Bu yüksek derecede görünebilirliği panoptik'e bağlayabiliriz. Bu tip işyerlerinde bilgisayar tarafından sürekli gözetlenme ve üstlerle yüzyüze ilişkilerin azlığı, direnme arayışları ortaya çıkarabilirdi, ama alınan sonuçlar uyumun daha fazla olduğunu göstermiş. Özellikle bazı kayıtların yönetim kadar işçilerin de ulaşabileceği konumda olduğu fabrikalarda, yönetimin standartları işçiler tarafından içselleştiriliyor; bunun da Foucault’nun belirttiği gibi panoptican’ın “normalleştirici disiplini” nin bir parçası olduğunu söyleyebiliriz.

"In the peripheric ring, one is totally seen, without ever seeing; in the central tower, one sees everything without ever been seen. It is an important mechanism, for it automatizes and disindividualizes power."
(Çevredeki halkada, kişi hiç görmeden her zaman görülmekteyken; merkezi kulede, kişi hiç görülmeden herşeyi görmektedir. Bu önemli bir mekanizmadır çünkü gücü otomatikleştirmekte ve bireysizleştirmektedir)...hayatın birçok alanında geçerliliği doğrulanabilecek bir tasvir. Hatta... Tanrı ile kulları arasındaki ilişki böyle birşey değil mi?

Bireylerin ya bir üretim aygıtına, bir makineye, bir mesleğe, bir atölyeye, bir fabrikaya, ya bir eğitim aygıtına ya da bir cezalandırıcı, hizaya getirici veya sıhhi bir aygıta bağlı tutuldukları gözetim kurumları. Bireyler tüm yaşamlarını çevreleyen belli yaşamsal kurallara boyun eğmeye zorlanarak bu aygıta bağlanmışlardır: Bu, cezalandırma amaçları olan belli insanların, kadroların (ustabaşı, hastabakıcı, gardiyan, eğitmen, v.s.) gözetimi altında olur; bu cezalandırma araçları fabrikalarda para cezası, okul ve tımarhanelerde bedensel ve ahlaki ıslah, hapishanelerde şiddete dayalı ve esasen bedensel cezalardır. Disiplinleriyle hastaneler, tımarhaneler, öksüzler yurdu, okullar, eğitim evleri, fabrikalar, atölyeler ve nihayet hapishaneler; bütün bunlar on dokuzuncu yüzyılın başında yerleştirilmiş ve hiç kuşkusuz sanayi toplumunun ya da kapitalist toplumun işleyiş koşullarından biri olmuş olan iktidarın bir tür büyük toplumsal biçiminin parçasıdır. İnsanın vücudunu, varlığını ve zamanını işgücüne dönüştürmesi ve onu kapitalizmin işletmek istediği üretim aygıtının hizmetine sokması için bütün bir zorlama aygıtı gerekli oldu; ve bana öyle geliyor ki, insanı kreş ve okuldan alıp kışladan geçirerek, hapishane veya akıl hastanesiyle tehtid ederek ya fabrikaya gidersin ya da hapishaneye veya tımarhaneye düşersin sarmalıyla köleleştiriren sisteme küreselleşme deniyor! Panoptisizm de buna hizmet eden bir alt sistemdir. Sonunda düşkünler evine götüren bütün bu zorlamalar aynı iktidar sisteminden kaynaklanıyor: Para! Marx amcam şöyle der: "Paranın özelikleri ve özündeki güçleridir. Ne olduğum ve neye gücümün yettiği demek ki hiç de benim bireyselliğimce belirlenmemektedir. Ben çirkinim ama kendime dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. O halde çirkin değilim ben, çünkü çirkinliğin etkisi (itici gücü) paraca sıfıra indirilmiştir. Bireysel özelliklerim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana kırk tane ayak sağlar. O halde kötürüm değilim. Ben kötü, namussuz, vicdansız, aptalın biriyim; ama para saygındır, öyleyse sahibi de. Para, en yüksek iyiliktir, o halde sahibi de iyidir. Para, ayrıca, beni namussuz olma derdinden kurtarır; o yüzden namuslu da sayılırım. Ben beyinsizim, ama herşeyin gerçek beyni paradır, nasıl olur da sahibi beyinsiz olabilir? Üstelik, kendine kafalı insanlar da bulabilir; kafalı insanlar üzerinde gücü olan biri kafalı insanlardan daha kafalı değil midir? Para sayesinde, insanın canı çektiği herşeyi yapabilen ben, her türlü insan yeteneğine sahip biri değil miyim? Benim param o halde benim bütün yeteneksizliklerimi kendi karşıtına dönüştürmüyor mu?" Mezarının üzerinden Godzilla geçsin emi Marx! İnsanın suratında patlayan bir şamar keskinliğinde tasvir edilmez ki bu kadar!

* Dünya nüfusunun 1/5'i açlık sınırında yaşamaktadır.
* Dünya nüfusunun 1/3'ü aşırı yoksulluk sınırının altındadır.
* Dünya nüfusunun %80'i dünya gelirinin %15'i ile yetinmek zorundadır.
* Dünya nüfusunun en zengin %20''si, dünya gelirinin %85'ini elde etmektedir.

Dünyanın "tek" bir pazar haline getirilmesi, zengin ile fakirin net bir çizgiyle ayrılıp, bu zengin %20'lik kesime fakir olan %80'lik kesimin hizmet etmesi, %80'lik fakir kesimin sahip olduğu kaynakların %20'lik zengin kesimin ihtiyaçları için kullanılması, orduların bu kölelik sistemine dahil edilip polis vazifesi görmesi.

Kısaca kapitalizmin zengin fakir ayrımı gözetmeksizin herkesi sistemi içerisine alıp, sikmesidir. G-8'lerin G-20'lerin olayı %20'nin pazarlığını yapmaktır. "%80'i güzelce sikiyoruz ama sen sanki daha çok siktin" gibi tartışmalar vs.

İşin garip tarafı bu sistemi doğuran ya da kapitalizmi bu yöne çeken şeyin nükleer silahlar olmasıdır. Bi düşünün bakalım niye?

Birincisi; oldukça saçma görünse de acı bir gerçek olan nükleer silahların "barışçıl" bir vazife görmesi. 1945'te Japonya'nın (bkz: Hiroşima)(bkz: Nagasaki) anası ağlatıldıktan sonra görüldü ki artık bilinen anlamıyla "savaş" tüm dünyayı etkileyebilmekte. Bir ülkeyi ele geçirmek, dizginlemek, sömürmek artık bu şekilde yapılmamalı denildi. Sonrasında ise ortaya pazar savaşları çıktı. Artık bir ülkeyi istila edip bayrak dikmek yok. ülkenin ekonomisini kendi kapitalist şirketlerinin yönetimine bırakmak var.

İkinci husus ise nükleer silahların yukarıda bahsettiğim %20'lik zengin kesime giriş için istenen bir kimlik kartı vazifesi görmesi. Diğer ülkeleri sömürmek, sözünü geçirmek istiyorsan nükleer silahların olmalı. İşte bu zengin-fakir ayrımı ülkelerin ekonomilerinden çok sahip oldukları nükleer güce göre yapılıyor (gerçi ekonomi nükleer'i satın alıyor falan filan. Birbirlerine doggy style ile bağlanmışlar). 1970'de BM nükleer silahların yayılmasının önlenmesi amacıyla NPT(Non Proliferation Treaty) adı verilen bir anlaşma imzalıyorlar. Ve bu anlaşma ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'e nükleer silahlara sahip olma izni veriyor aslında. Ancak bu silahlardan arınmak kaydı ile!! Noldu? Tabi ki silahlar olduğu yerde duruyor, aksine artış gösterdi. Nükleer kulüp deniyor bu lider ülkelere. Ve yanlarına eleman almak için başka ülkelere nükleer silah sağlamaya devam ediyorlar. Örneğin Hindistan'a, Almanya'ya, Türkiye'ye (bkz: İncirlik). Böylece Dünya'nın geri kalan %80'ine "höyttt" diyebiliyorlar. G-8 asıl sömürgeciler, G-12 (20-8 yani) yalakalar. diğerleri ise yarrağı yemişler.(küçük zengin ülkeler hariç, onlar kapitalizmin kobi'leri)

"Şu iki şey sözkonusu olduğunda, zengin yoksulu sömürür: a) Zenginin refahı, nedensel olarak yoksulun yoksunluğuna bağlıdır – yoksul yoksul olduğu için zengin zengindir – ve b) Zenginin refahı, yoksulun çabasına bağlıdır – zengin, şu ya da bu mekanizma aracılığıyla, yoksulun emeğinin ürünlerinin bir kısmını kendine mâl etmektedir." Marx


İnsanlar tenlerinin rengini, kaşlarını, gözlerini, ailelerini, atalarının üyesi olduğu ırkı, yaşayacakları hayatı seçemiyor yazık ki. Bir vajinaya ya da çüke sahip olarak doğmayı, bir prens ya da dağ başında bir garip köy çocuğu olmayı, ana dilini, hatta kimi kez dinini, yaşayacağın coğrafi sınırları seçemezsin.

İlk insandan bugüne coğrafi farklılaşmalar olmasaydı, kadınlık erkeklik biseksüel bazda algılansaydı, herkes aynı dili konuşsa, tek din olsaydı ya da hiç olmasaydı, sınırlar koyulmasaydı…bugün hala oturup kültürel sahiplenmeden, kültürlerin korunması anlayışından bahsedecek miydik?

Çok conditional kullandım tabii, yok bu durum, söz konusu değil, farklılıklar var, farklılıkları seviyoruz, yaşamı güzel kıldığına inanıyoruz sadece insan demiyoruz ardına bir sürü de kimlik ekliyoruz. İnsan mahsulu o kimlikler tabii, biz yaratmışız, kader sunmuş biz tapmışız.

Küreselleşme hareketleri üzerine tezler, Fukuyama’nınkiler özellikle 11 Eylül üstüne olanlar, çürütülmeye başladı. İnsanlar bir şeylere karşı uyandı ya da güzel düşlerin aslında birer kabus olduğunu fark etti. Küreselleşelim, bir olalım demek aslında White Anglo Saxon protestan adamın gösterdiği yolda gidelim demekti. Ufukta batılı idealler, batılı düşünceler vardı, yüce batı bazlıydı her şey. Postmodernizm diyorlardı ama modernizmden daha acı bir şekerdi.

Üniter devlet anlayışının, sınırların erimesi kaçınılmaz. Bir gün tek bir dünya devleti olacaktır belki, Marx’ın tezlerindeki gibi küresel bir ekonomik sistem söz konusu olacak(ki kapitalizm bugün bu hali almıştır, acıklı bir gercek daha) pek çok kültür ve dil yok olacaktır bu sürecte. Bu kaçınılmaz, çünkü tarihsel süreç pek çok kültürün mezarını barındırır. Ve dünya modernizmin dediği şekilde ileriye, daha iyiye gitmeyecek. Teknolojik gelişme aksine vahşileşmeyi, saldırganlığı getiriyor, getirecek.

Tek tanrılı dinlerin en büyük kehaneti belki de “kıyamet”in yaklaştığı insanlık için büyük kaosun yaşanacağı günlerin yakınlaştığıdır. Küresellesme, ideale sahip olma düşüncesinin insanlığı bugünkü konumundan daha güzel yerlere taşımayacagı kesin. Ama düşlemesi güzel.

Doğulusu da var batılısı da, herkesin kültürü, ana dili, inancı farklı. Ortak bir dille, ortak bir platformda, farklılıklara saygı duyup, pek çok şeyi paylaşabiliyor insanlar. Fevkalade, bir anlamda mikro küreselleşme. Ne yazık ki büyük güçler ve maddi çıkarlar söz konusu olunca bu, dünya için imkansız gözüküyor. Çünkü aşikar büyük ve zengin olanın sözü geçecektir.

Şimdi siz çalışıyorsunuz ya, hani patron para kazanıyor filan. Hani o para kazananlar paraları harcıyor ve paralar bir yerde birikiyor ya. İşte o biriktiği yerde, uluslararası fonlar oluşuyor. Oluşan bu fonlar üretim sahalarını genişletiyor, gelişen üretim sahalarına göre pazarlar belirleniyor ve bu pazarlara mal getiriliyor. Siz burada bir metal işleme, çelik vb. fabrikası açmak istiyorsunuz diyelim. Hadi kafanıza göre açın bakalım; önce tröstlerden izin alacaksınız, yoksa sadece İran'a, Kuzey Kore'ye satarsınız, ama ona da hammadde bulamazsınız, bir de terörist ilan edilirsiniz. Daha da önemlisi, paranızı fona yatırmak çok kazançlı, çünkü paranız fonda katlanarak geri geliyor.

Ama dahası da var. Uganda'ya Japonya'dan gitmiş bir X şirketinin hissesi, Avustralya'daki bir finans kurumu tarafından bilinebiliyor. Bu hisse değişimlerinden alınan bir pay ile Norveçli bir balıkçılık firması Peru'ya bir plastik fabrikası kurabiliyor ve oradan aldığı gelirle Madagaskar'a bir denizaltı araştırma üssü kurabiliyor.

Biz, hepimiz sermayenin ereksiyon zamanlarındaki skorlarıyız bebeğim.

Günümüzdeki bireyleri ahlaki sorumluluktan aklayıp onlara toplumsal koşulların kurbanları muamelesi yapma eğilimi var. Bunu yersen bedelini ruhunla ödersin. Kadınları kısıtlayanlar erkekler değil, eşcinselleri kısıtlayanlar heteroseksüeller değil, siyahları kısıtlayanlar beyazlar değil. İnsanları kısıtlayan kişilik eksikliği. İnsanları kısıtlayan, kendi filmlerini yönetmek bir yana, o filmde başrol oynayacak büzüğe ya da düşgücüne bile sahip olmamaları.

Sabahları yaşanan gereksiz ereksiyon halleri hepimizce malum. Rahatsız bir durumdur. Şayet sevişmeye zamanınız veya partneriniz yoksa gününüz kabusla başlayabilir.(sanırım mastürbasyon icadının altında bu sebep yatıyor olmalı) Çükünüz sizden önce "günaydın" der sekreterinize. Eğer kumaş pantalon giymek durumundaysanız işyerinizde, çükünüzü her sabah donunuzun lastiğine sabitlemek zorundasınızdır. Bu haldeyken işeme eziyet halini alır ve eve pisuvar monte ettirmek zaruriyet teşkil eder. Ulaştığı devasa boyut standartlarına ulaşması gereken sevişme zamanlarında ulaşamıyor olması çükün sevgili tarafından serzenişle karşılanır, alay konusu edilir. Karizmanın yerlere serilmesinden gına gelip,-sikicem işini...aşkım işe gitmiyoruz, kama sutra cd'sini koy geliyorum hemen- işe gitmeme yolu seçilir ki bu patronla olan ilişkileri örseleyen bir durumdur keza kar oranları sizin hergün şirketinize gitmekle doğru orantılıdır.

Bilimsel olarak "su sertleşmesi" halk arasında ise "sabah sırığı" olarak adlandırılıyormuş. Dolu idrar torbasının baskısı ve idrar borusunun cinsel sinirleri uyarması sonucu omurilikteki gerilim refleksinin eyleme geçtiği kabul edilmektedir. Bunun kanıtı da sabah sertleşmesinin idrar yapıldıktan sonra hemen ya da yavaş yavaş yok olmasıdır.

İdrar baskısı teorisine karşı çıkan psikologlar gündür, yani uyanıkken idrar torbasının dolması ve idrarı tutma sonucu peniste sertleşme olması gerektiğini fakat böyle bir şey olmadığına göre sabah sertleşmesinde yalnızca mekanik olayların değil bir takım psikolojik etkenlerin de söz konusu olduğunu ileri sürmektedirler. Psikanalitik rüya araştırmalarına göre önce idrar torbasının uyarması sonucu bazı erotik rüyalar görülmeye başlar ve ancak buna bağlı olarak sertleşme ortaya çıkar. (buna da ben itiraz ediyorum, nasıl olur da sabaha kadar 5 posta sevişip, bitap bi şekilde uykuya dalmışken halen erotik rüyalar görülebilir ve bunun sonucunda sabah ereksiyonu oluşur?)

Şu anda bu yazıyı yazarken bir yandan da Avrupa Şampiyonlar Final maçı oynayan Fenerbahçe Acıbadem Bayan Voleybol takımını seyrediyorum. Setlerde 2:0 gerideyken müthiş bir 3 set oynayarak 2:1'e getirdik maçı. Dördüncü sete harika başladı kızlarımız şu an itibariyle skor 7:1 lehimize. Mükemmel mücadele ediyor kızlar. Umarım şampiyon olurlar. Başarılar diliyorum. Yazıyı bağlayamayacağım çünkü maçın adrenali çok yüksek, tamamen oraya angaje oldum. Sen bağla sevgili okuyucu. İyi pazarlar.